30 Eylül 2014 Salı

Yerel Yönetimlerde Reform: Ne Oldu? Ne Olmalı?


     6360'la belediyelere devredilen yetki ve sorumluluklar, belediyelerin kapasitesini aşıyor, köyler
ve beldeler hem öksüz hem de sahipsiz konumunda. Büyükşehir reformunun hızlı ve ani olması, idare sistemini önemli sorunlarla karşı karşıya getirdi. Mülki idarenin zayıflatılması doğru değildir. Mülki idarenin dengeleyici ve denetleyici işlevleri devam etmelidir. Büyükşehir belediyelerinin köyler ve beldeler üzerindeki yetkisi kaldırılmalıdır. İstanbul ve Kocaeli örnekleri üzerinden genel bir model çıkarmak, doğru sonuçlara ulaştırmayabilir. Bu yazıda genel olarak yerel yönetim reformu tartışılmaya çalışılmıştır.
Tanzimat Fermanı’ndan itibaren bu coğrafyada siyasal ve yönetsel alanda giderek güçlenen ve sürekli olan bir “reform” süreci yaşanıyor. Osmanlı Dönemi’nin kendine özgü koşulları, yönetim reformunun ulusal ve yerel alanda sağlam temellere oturmasını engellemiştir. Cumhuriyet Dönemini de 1985’ten önce ve sonra diye ayırmak gerekir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında 1930’lu yıllarla birlikte yasal-hukuksal çerçevenin çizilmesinde önemli adımlar atılmıştır. Ancak, yerel yönetim olarak Ankara’nın özellikle kent planlaması ve imar boyutuyla öne çıktığını görmekteyiz. Etkili ve fakat yetersiz bir Ankara planlaması, diğer kentlerde de kent planlamasını beraberinde getirmiştir. Akşehir’den Tatvan’a kadar birçok yerde kent planları yapılmıştır. Fakat, bu yerel yönetimciliğin planlama ve devamında da modernleşme anlamında çok yaygınlaşamadığını ve kurumsallaşamadığını belirtmek gerekiyor. Elbette bu sorunun temelinde hem Türkiye’nin hem de dünyanın o dönemde oldukça sorunlu bir evreden geçiyor olması yatmaktadır.
1950 dönemiyle başlayan toplumsal hareketlilik kentleri ve yerel yönetimleri deyim yerindeyse ezmiştir. 1940’lı yıllarda başlayan “gecekondulaşma” 1950’li yıllardan itibaren yerel yönetimlerin ve reform çalışmalarının birinci konusu haline gelmiştir. Kentlerde planlama iflas etmiştir. Yerel yönetimler iflas etmiştir. Kent yönetimleri nüfus akınlarına dayanamamış ve kentleri “kendi haline” bırakmışlardır. 1960’lı yıllardan itibaren birçok reform çalışmasında ve elbette “beş yıllık”  kalkınma planlarında kentleşme, metropolitenleşme, gecekondu ve bölgesel dengesizlikler önemli ve ağırlıklı bir gündem maddesi olarak ortaya çıkmıştır… 1950’li ve 1960’lı yıllarda İstanbul, İzmir, Konya ve Kayseri gibi kentlerde oldukça önemli yerel yönetim uygulamaları görülmüştür. Ancak, bu uygulamaların kurumsallaşması ve yaygınlaşması konusu her zaman sorunlu olmuştur.
1970’lerde toplumcu belediyecilik ya da “teknopolitik” akım kısa bir süre etkili olmuşsa da yaygınlaşamamıştır. 1978’de Bülent Ecevit hükümetinin kısa dönemli iktidarında, belki de Türkiye’de ilk ve son olarak kurulan “Yerel Yönetimler Bakanlığı” oldukça kısa ömürlü olmuştur. 12 Eylül 1980 döneminde yaşanan “ara rejim” döneminde de bazı kısmi reformlar yapılmıştır. Bu dönemde özellikle “merkezileşme” eğilimlerinin sergilendiği bilinmektedir. 1983’te sona eren 12 Eylül rejimi, ANAP iktidarı ile yer değiştirmiştir. ANAP iktidarı birçok alanda özellikle “neoliberal” ya da “yeni sağ” olarak isimlendirilen politikalar doğrultusunda yasal-hukuksal düzenlemelere gitmiştir.
İlk önemli dönüşüm veya yenilik 1984 yılında ilk “anakent” yönetimlerinin kurulmasıdır. Anayasa’da öngörülen “büyük yerleşim birimleri için özel yönetim biçimleri getirilebilir” hükmü gereğinde Kanun Hükmünde Kararname ile Ankara, İstanbul ve İzmir’de üç tane anakent belediyesi kurulmuştur. Bugün sayıları 16 olan büyükşehir belediyeleri, o dönemin ürünüdür. Yerel kamu hizmetlerinde etkinlik için önemli bir model olarak kabul edilen anakent yönetim modelleri, gerçek anlamda bir “başkanlık” modeli olarak da görülmektedir. Bu değerlendirmenin çok yerinde olduğu söylenebilir. Milyar liralık bütçeler ve her türlü tasarrufla bugün anakent yönetimleri “kontrolden çıkmış” görüntüsü çizmektedirler. Örneğin, belediyelerin devlete olan 7 milyar liranın üstündeki (eski birimle katrilyon) borcun 4.3 milyarı yalnızca bir anakent belediyesine ait ve bu anakent belediyesinin “savurganlığı” da kamuoyunun gözleri önünde…
1985 yılında 3194 sayılı İmar Kanunu gereğince yapılan düzenlemeler sonucu, önemli “yetkiler” ve “kaynaklar” yerel yönetimlere aktarıldı. Türkiye’de yerel yönetim geleneğinin farklı bir ilerleme sürecine girdiği bu dönem, birçok hastalığı da beraberinde getirmiştir. Türkiye’de yerel yönetim “kurum” olarak yaygın bir biçimde kendini göstermiştir. Fakat, altyapısı, kurumsallaşması, personeli ve yönetim kültürü hastalıklı bir yapı üzerine gelen bu yeni olanaklar, yerel yöneticileri ve yönetimleri “şaşkınlığa” yöneltmiştir. Önemli kentsel hizmetlerle birlikte, önemli “skandalların” da yaşandığı bu dönem, her şeye rağmen yerel yönetim geleneğinin oluşması ve yerel yönetimlerin demokratikleşmesi bakımından yaygın bir “temel” oluşturabilmiştir.
1990-2004 yılları “reform” arayışlarıyla geçmiştir. 1990-2000 arasında yerel yönetim reformuyla ilgili birçok “yasa tasarısı” hazırlanmış, ancak bunlardan hiçbirisi yasalaşamamıştır. Bu dönemde konuşulan ve yasalaşması istenen konular arasında yerel yönetimlere daha fazla özerklik, gönüllülük, stratejik yönetim ve demokratiklik gibi konuların olduğu söylenebilir.
2004 sonrasındaki “reform dalgası”nda her yerel yönetim birimi için yeni bir yasa çıkarılmıştır. Avrupa Birliği sürecinin de etkisiyle oldukça ileri düzeyde ve hatta “aşırı” sayılabilecek reform kalemleri gündeme gelmiştir. Çünkü, yerel yönetimlerin Batılı emsalleri düzeyine ulaşması için gerekli olan reform adımlarından bir kısmının Türkiye için henüz erken gündeme getirildiği belirtilebilir. Yerel yönetimlerin denetimsiz bir özerkliği, göstermelik bir demokratikliği, altyapısız bir kurumsallaşmayı ve her şeyden önemlisi “halksız” ve “yurttaşsız” bir yerel yönetim kültürüyle “hasta” bir yapıdan oluştuğunu hiçbir zaman unutmamak gerekiyor.
Yeni yerel yönetim yasalarında geleceğe dönüklük kültürünün oluşturulması için “stratejik yönetim” anlayışı ağırlıklı olarak yer almaktadır. Gerek stratejik plan öngörüleri ve gerekse diğer tamamlayıcı ilkeler yerel yönetimleri “gelecek planlaması” yapmaya zorlamaktadır. “Kent Konseyleri” ve “gönüllülük” mekanizmaları ile “katılımcı” ve “demokratik” bir kültürün özendirilmesi de yeni yasalarda açıkça ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, “performans denetimi” ve iç-dış denetim mekanizmaları gibi denetim mekanizmaları ile de denetime farklı bir boyut getirilmiştir. Bundan başka, “yönetişim” yaklaşımı ile farklı “aktörler”in dahil olabileceği sistemler de öngörülmüştür.
Bugün, yerel yönetimlerin “reform süreci”ne devam edilmesi gerektiği açıktır. Herşeye rağmen en önemli sorun denetim sorunudur. Belediye başkanlarına kulak verince, bugün dahi en önemli sorunun “vesayet” olduğu gündeme getirilmektedir. Ancak, bu kesinlikle doğru olmayan bir değerlendirmedir. Ne yazık ki, özellikle büyükşehir belediye başkanlığı adeta “başkanlık” sistemini çağrıştırmaktadır. Belediye başkanları her türlü tasarrufu yapabilmektedir. İstedikleri birimi oluşturma, istedikleri kurum ve kuruluşlarla etkileşime geçme, oldukça büyük bütçeli rant ilişkileri, profesyonel spor kulüpleri alıp-satma ve etnik kışkırtıcılığın bayraktarlığını yapma gibi etkinlikler, buzdağının yalnızca görünen kısmı olarak görülmelidir.
En önemli sorunlardan birisi de, Türkiye’de reform yasalarının uygulanma sürecinin hiçbir biçimde izlenmemesidir. Yalnızca kent konseyleri örneğinden hareket edilerek bir değerlendirme yapılacak olursa, hemen hemen bütün belediyelerin bu uygulamayı salt “yasa gereği/maddesi” olduğu için başlattıkları; ancak, hiçbir biçimde işlevselleşmediği ve yalnızca “göstermelik” olduğu görülmektedir. Bu örnekten hareketle bile, bütün yasaların ve hükümlerinin ilgili mercilerce birimler oluşturularak takip edilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Bütün bunlar yapılmadığına göre, tek ve son çare kamuoyu ve yurttaş denetimini harekete geçirmektir. Türkiye’nin hızla akan ve değişen  gündeminde böyle bir gelişme de beklenemeyeceğine göre artık kendimizi tarihsel akış sürecine kaptırıp olanları izlememiz gerekiyor. “Seyirci”demokrasisi giderek güçlenirken katılımcı/müzakereci/diyalojikdemokrasi giderek zayıflamaktadır. 

9 Eylül 2014 Salı

TAŞKENT’TEN BAŞKENT’E BAŞBAKAN DAVUTOĞLU


Bir “insan hikayesi” olarak Ahmet Davutoğlu’nun hikayesi oldukça başarılı… 
Her insana kısmet olmayacak bir baht/talih/zirve…
Taşkent gibi Konya’nın en küçük ve ulaşılabilirliği en sorunlu kırsal ve dağlık bir bölgesinden, mütevazi bir Anadolu ailesinin çocuğu olarak Başkent’e Başbakan olarak ulaşmak, her faniye nasip olacak bir baht değil kuşkusuz…
Konya, çok önemli bir fırsat yakaladı… Anadolu’nun en güçlü “çekim merkezleri” arasında yer almak için Davutoğlu gibi bir fırsatı Konya iyi değerlendirmeli…
Davutoğlu’nun dış politikadaki performansı oldukça tartışmalı. Hatta dış politikanın Ortadoğu boyutunda çok büyük sorunlar yaşıyoruz, komşularımızı kaybettik, giremediğimiz ülke sayısı oldukça fazla… Yani karne kötü…
Umarım bu karne Başbakanlıkta da aynı olmaz. Sonuçta demokrasiye, hukuk devletine, adalete, eşitliğe, eşit gelir dağılımına, insan haklarına, kuvvetler ayrılığının işlerliğine yapılacak her katkı ülkenin lehinedir. Önceki dönemin yaşamsal hatalarını tamir edecek “restorasyon”a elbette hayır demeyiz…
Davutoğlu hakkında birkaç yazı yazmıştım daha önce Konya’da yayınlanan Yeni Meram Gazetesi’nde…
Özellikle “kentlerin kaderini etkileyen kişilerden” söz ederek, Davutoğlu’nun Konya’nın kaderini etkileyebilecek bir potansiyel taşıdığına vurgu yapmıştım…
Köprülerin altından çok sular aktı ama, yine de o yazıyı hatırlatmak istedim…
“Ahmet Davutoğlu ve Konya” başlığıyla 11 Ocak 2012’de Yenimeram Gazetesi’nde yayınlanan o yazı:
Kişilerle şehirlerin, kişilerle ülkelerin ve bazen de kişilerle dünyanın kaderi özdeşleşebiliyor. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Özellikle şehirlerin yıldızının parlamasında aktif politikacıların rolü çok büyük… Konya Milletvekili ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hakkında Mayıs 2011’de Yenimeram’da şunları yazmışım:
“Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, öğretim üyesi, Dışişleri Bakanı…
1990’lı yıllardan beri arkadaşlarımdan adını duyarım, siyasette de yakından izlemeye çalışıyorum.
Çünkü, çok farklı bir siyasetçi… 
Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora yaparken tanıyan, Boğaziçi mezunu arkadaşlar Davutoğlu’nun çalışkanlığını anlata anlata bitiremezlerdi… Mesela, “çokca” kitap okuduğunu anlatırlardı…
Demekki, “stratejik derinlik” yapay, göstermelik ve göz boyamaya dönük çabalarla oluşmuyor… Şu anda, iktidarıyla muhalefetiyle saygı duyulan bir isim bana göre…
“Ben her şeyden önce öğretim üyesiyim. Bakanlık, geçici hocalık kalıcıdır…”
“Şefkatsiz liderlik, yalnızca despotluk ve zulüm üretir…”
Kudretsiz şefkat de acziyet getirir…
Bunun adı da, elbette yöneticilik değil, yönettiğinizi zannettiğiniz kitlenin elinde oyuncak olmaktır…”
Bu değerlendirmeler Davutoğlu’na ait…
Çok etkili değerlendirmeler…
Siyasi kimliği bir yana, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ideal bir akademisyen ve politikacı tipolojisi…
Anadolu’nun ruhunu ve erdemlerini taşıyor ve yansıtıyor da…”
***
Ocak 2012’deyiz. Aradan genel seçimler geçti ve Ahmet Davutoğlu Konya Milletvekili oldu, Dışişleri Bakanlığı görevine devam ediyor… Dolayısıyla Mevlana’nın söylemiyle “yeni şeyler” söylemek/yazmak lazım diye düşünüyorum…
Bakanlar içerisinde en etkili isimlerden birisi, hatta en etkili olanı… Konya milletvekilleri içinde de elbette, Konya’ya katkıları açısından ilk sırada…
Hatta Ahmet Davutoğlu ile birlikte Konya’nın yıldızı farklı bir biçimde parlamaya başladı. Oysa, 2000’li yıllara kadar Konya ne kamu sektörünün, ne hükümetlerin ne de özel sektörün dönüp baktığı bir yerdi. Çok önemli bir kent ve potansiyeli olmasına rağmen Konya malum nedenlerden dolayı çok ihmal edildi.
Ankara’ya Karayolu bile olmayan Konya’nın şimdi “duble yolu” var… Uçak seferleri ve yüksek hızlı treni var… Türkiye’de yalnızca Eskişehir ve Konya’ya var yüksek hızlı tren… Bu çok önemli bir avantaj…
Konya’da şu anda dört üniversite var. Beşinci üniversite yolda…
Konya’da özel sektör çok önemli işler yapıyor. Dünyanın her tarafına ihracat yapan; dünyanın her tarafına “insani yardım” götüren önemli kurum ve kuruluşlar var.
Konya’da sivil toplumun etkinliği de giderek artıyor…
Birkaç sene öncesine kadar bir tane bile olmayan 5 yıldızlı otelden üç tane var. Dört yıldızlı uluslararası küresel markalar var.
Konya kültür kenti olarak gittikçe yükseliyor. Davutoğlu ile birlikte diplomasi kenti olma yolunda da önemli mesafeler alıyor…
23 Nisan Uluslar arası çocuk şenlikleri de bu yıl Konya’da yapılacakmış… Çok önemli etkinlikler, yatırımlar, programlar Konya’da gerçekleştirilmeye başlandı.
En son gündem Orduevi’nin Alaeddin Tepesi’nden taşınması… Davutoğlu tarafından yapılan açıklamada kurumlar arasında bu konuda anlaşmaya varıldığı ve kentsel dönüşümün önemli bir parçası olarak Orduevi’nin taşınacağı belirtildi. Oldukça olumlu gelişmelerden birisi daha…
Yıldızı gittikçe parlayan bir siyasetçinin, Konya’nın yıldızını bu denli parlatması çok önemli… Türkiye’de işler her zaman böyle yürüyor. Her ne kadar Türkiye’nin genelinde bir kalkınma ve dönüşüm varsa da, her kentin Ankara’da bir Davutoğlu’na ihtiyacı var… Kimse alınmasın, Türkiye gerçeği bu…
***
Elbette madalyonun diğer yüzü de var. Bir kente bu kadar değerli ve önemli katkılar yapan bir siyasetçinin yapıp ettiklerinin bir biçimde gölgelenmesi de söz konusu olabilir.
Ne kadar çok iş yaparsanız, o kadar çok eleştirilirsiniz, yıpratılırsınız. Çok iş yaparken ve birçok kesimi memnun ederken, önemli bir kesimi de küstürebilirsiniz. Daha kötüsü bunun farkında olmayabilirsiniz.
Nitekim son dönemlerde bende böyle bir algı oluştu… Siyasetçilerin kurumlar üstü kalmasında her zaman yarar vardır. Hele de kentsel ölçekte…
Siyasetçiler ne kadar çok kurumların işleyiş süreçlerinin içine girerse o kadar çok yıpranırlar… Eşyanın doğası gereği…
Konya, sosyolojik açıdan homojen/benzeşik görünse de (Konya’nın dışında genel algı hala böyledir çünkü) oldukça farklı renklerden bir heterojenliği barındıran bir kenttir aynı zamanda… Bunu gözden kaçırmamak lazım. Belirli gruplar, kişiler, yapılar “söz sahibi” görünse de; gerçekte bunun böyle olmadığını biliyoruz. Aslında, “muhafazakar” kesimin yavaş yavaş kendi arasında farklı bir “demokrasi kültürü” geliştirmekte olduğunu ve bunun da mutlaka olması gerektiğini düşünüyorum. Demokrasi adına sevindirici bir gelişme de denebilir. Konya’da farklı bir sivil toplum yükseliyor, ancak kentsel ölçekte hem de çok önemli konularda hala çok edilgen bir durumda olduklarını da söylemek gerekir.
“Barika-i hakikat, müsademe-i efkar ile tereşşuh eder” demiş ya, Namık Kemal üstadımız… “Hakikatın ışığı, farklı düşüncelerin çatışmasından ortaya çıkar…” Muhteşem bir saptama… Demokrasinin çok güzel bir betimlemesi aslında…
Demek ki, bir kişinin, grubun, kesimin, yapının belirleyici olması; “hakikat”i gizler ve yanlıştır. Demokrasi, her zaman çoğulculuğu ve çok aktörlülüğü gerektiren bir rejimdir. Bir başka boyuttan bakıldığında, her kesimin ve kişinin beklentilerinin gözetildiği bir rejimdir.
Önemli siyasetçilerin, kurumlar ve gruplar üstü kalabilmeleri titizlikle düşünülmesi gereken bir konudur… Toplum, kırılgan dengeler üzerine kuruludur…

(Davutoğlu, ne yazık ki zor bir dönemde Başbakan oldu. Bizzat iktidarın ürettiği gerginlikleri, hasarları, çatışmaları nasıl giderecek ya da gidermek için o iradeyi gösterebilecek mi? Gittikçe artan sorunlarla baş edebilecek mi? Onu bilmiyoruz…)